17 Ekim 2010 Pazar

BU




Bir temmuz sabahıydı. Uyandığımda, yanımda seni bulamadım. Sadece masamın üzerinde, kurşun kalemle karalanmış bir mektup. İşte o zaman, artık hep yalnız uyanacağımı anladım..

**

Gittiğinde, ortadan ikiye bölünmüş bir balık gibi kaldım. Dalımdan koparıldığımda, sanki daha olmamıştım. Daha şarkımı bitirmeden alkışladılar sanki. Kahvem bitmeden ayrıldım oturduğum masadan. Rüyaya doymadan, uyandım. Bunun böyle olmaması gerektiğini biliyorum. Bunun, olması gereken olmadığını, bulunmam gereken yerde bulunmadığımı, ellerimin yeterince sıcak olmadığını, başımı yanlış yere dayadığımı, gözyaşımı yanlış yere sildiğimi görebiliyorum. Ben, bu halde olmamalıydım. Ben adımın yanına, senin de adını yazmalıydım. Şimdi birkaç günü, birkaç mevsimmişçesine yaşarken ben, sen hangi iklimin yazını yaşıyorsun? Sen kimin gözyaşlarını dudaklarınla siliyorsun? Kimin ellerini ısıtıyor nefesin? Burda büyük bir hata var. Çünkü ben sen gittiğinden beri hiç su içmedim. Gittiğinden beri hiç ait hissetmedim ben. Kendime, iskambil kağıtlarından bir ev yaptım. Sonra bahçemdeki narlara, Maça Kızı’nı terk eden Sinek Papazı’nın hikayesini anlattım. Dilime takılan her şarkıda biraz sen vardın dün. Okuduğum her şiirde, senin adını aradım. Gittiğinden beri, en yakın arkadaşım oldu duvarımdaki ayna. Her gün o büyük, devasa aynanın karşısına oturup, kendimi tanımaya çalıştım. Dudaklarım eksildi benim. Gözlerimin rengi, farklı. Çok denedim, eskiden neye benzediğimi hatırlayamadım. Artık hava erken kararıyor. Yağmuru güneşten çok görüyorum. Hiçbir şey çiçek açmıyor artık. Bana yazdığın son mektubun ilk dizesine takılıp kaldım. “Artık sana baktığımda, içimde bir şeylerin dans ettiğini göremiyorum.” Oysa ben sana her bakışımda, içimde bir şeylerin ölüşünü iliklerime kadar hissedebiliyordum. Seni severek geçirdiğim her saniyede, kendimden bir parçanın acı içinde can verişi ve yerini sana ait, sen kokan, sende doğan, sana özgü olan bir şeylerin alışı... Yaşadığım ilişki, tamamen sen olmakla alakalıydı. Bu denli sevebildiğim bir şeyle olma hevesinden çok, bu denli sevebildiğim bir şeye dönüşme arzusuyla hastalıklı, irinli bir hale gelen ve sadece benim dilimde karşılığı olan bir aşk. Bana baktığında ruhunda bir şeylerin dans ettiği günlerimizi hatırlıyorum. Ensemi öptüğünde içimin nasıl titrediğini. Hava soğuduğunda, ellerimin avcunda iki minik japon balığı oluşunu. Kar yağarken elele tutuşup sokakta koşturmalarımızı. Ne zaman papatyalar açsa, siyah saçlarıma bembeyaz bir taç yapıp takışını. Bu sabah, faturaları getiren postacıyı zorla içeri alıp, kalbimdeki yarayı gösterdim. Ona dedim ki, ‘Gitmiş olması, her şeyin bitmiş olduğu anlamına gelmiyor.’ Ona dedim ki, ‘Onun içindeki müziğin bitmesi, benim içimde gittikçe büyüyen bir yaranın acısını kabullenilebilir kılmıyor. Gittiğinde buraya ufacık bir kesik attı. Kanamayı kesemiyorum. Ne zaman ağlamak istesem, perdeyi aralayıp bahçemdeki narlara bakıyorum. Ne zaman ağlamak istesem, neşeli şarkılar dinleyip en sevdiğim kitaptan üç sayfa okuyorum. Ne zaman ağlamak istesem, hiçbir şey işe yaramıyor. Saatlerce ağlıyorum. ’ Saçlarımı okşayıp, kirpiklerime bir öpücük kondurdu ve gitti. Her akşam, iki sayfa şiir yazıyorum. Artık şiirlerimde, annesiz çocuklardan ve ölü kedi yavrularından bahsediyorum. Hissedemediğim satırlar yazmak istemiyorum çünkü ben. Mısralarımı terk edilmişlik ve inkarla donatıyorum. Kimse okumuyor artık yazdıklarımı, çünkü ben artık kimseye umut dağıtamıyorum. Birkaç sandık dolusu hayalim vardı birkaç yaz önce. Çocukluğumdan beri kafamda kurup, ruhumun derinliklerinde hissedip, inançla herkese anlattığım ve seninle tanıştığım gün, senin için vazgeçtiğim birkaç sandık hayal. O vakit sırtımı çevirdiğim düşlerim, artık beni kabul etmiyor. Artık hayal kuramıyorum. Artık kendi hayallerim bile, içinde beni istemiyor. Küçük bir kız çocuğuyken annemin anlattığı masalları anımsıyorum. Kendimi hep prensesin yerine koyarak dinlediğim ve hep kırk gün kırk gece süren düğünlerle biten masalları. Ben, bana bahşedilen bu masalın sonunu reddediyorum. Prensinden ayrı, yalnız uyuyup yalnız uyanan bir prenses daha tanımıyorum. Babam olsaydı yanımda, belki bu kadar zorlanmazdım. Belki kralı, kalbimdeki boşluğa yama yapıp, eksik de olsa, topal da olsa ilerleyen bir hayatı kabul edebilirdim hala babamın küçük kızı olsaydım. Ama sen gittiğinden beri, ben ileriye dönük bir adım bile atamadım. Gittiğin gün kendimi bahçesine elişi kağıtlarından bir nar ağacı diktiğim, iskambil kağıtlarından yapma evime kapadım. Perdeleri sıkı sıkı örtüp, kapıyı üç kere kilitliyorum her gece, rüyama senden başka bir şey girmesin, giremesin diye. Çatıda dolaşan kedi yavruları, deli olduğumu söylediler. Mevsimler geçiyor, saçlarım uzuyor, konuşmayı, gülmeyi, dans etmeyi unutuyorum. Hava bir ısınıp bir soğuyor, narlar düşüyor, kediler mahalleyi terk ediyor. Ve ben öylece, seni bekliyorum...

İşte hepsi bu.

Anita
17. 10. 2008
İstanbul

4 yorum:

Adsız dedi ki...

sen türkiyenin en çok tanınan ve en marjinal aynı zamanda en düzeyli şahsı olacaksın ilk gördüğüm günden beri böyle düşündüm.Kendi kabuğundan sıyrılıp toplumun katı kurallarını kendi çabanla kırarak bunu başardığını görüyorum.Seni her zaman taktir edeceğim
BAYRAM ABİN

Anita Taylor dedi ki...

Bayram Abi, yorumuna çok sevindim. Umarım yazdıkların gerçek olur ve "Ben demiştim." dersin ileride bir gün. Çok teşekkürler.

Umur dedi ki...

Kapına gelen postacı olmak istedim bir an, ben de eş yaralarımı dilinden anlayan birilerine gösterebileyim diye.

Liv Anita Taylor dedi ki...

:)