12 Nisan 2011 Salı

well, it's not a lovely story for me - II





2.


Karın ağrılarıyla başladığım güne, perdeleri çekerek savaş açtım. Aydınlatamadığı bir noktayım güneşin, küçük sığınağında plastik çay fincanlarıyla evcilik oynayan. Tekbaşınalık, bazen huzur sebebiyken, bazen kalbi dağlayan kızgın bir maşadan farksız. Anlam veremediğim her şeyden ürküyorum. Ne zaman korksam, hata yapıyorum. Ben bu değilim. Elimde bir kırbaç olmalıydı ve topuklarımın altını ıslatmalıydın gözlerinden akan damlalarla. Sırtına akan mum damlalarından daha ağır, daha dolu, daha manalı yaşlarla yıkamalıydın çizmelerimin tabanımı. Benim değil, senin canın yanmalıydı. Kendimden başkasını incitemiyorum artık bu hikayede. Aşk ve acının tüm şiirselliği, sadece tarifinde. İçindeyken, her şey ölesiye kaba, ölesine sert, ölesiye yakıcı. Akvaryumda süzülen bir japon balığı olmak isterdim. Küçük ve turuncu. Küçük ve sakin. Küçük ve amaçsız. Oysa suyun üzerinde, kımıltısız kalacağım günü beklerken çektiğim acı, bir japon balığı olmadığımın en büyük kanıtı. Sen, verdiğim kararların üzerine tükürüp gittin. Sadece önünde saatler harcadığım bir ayna kaldı bana. Kitaplar, elbiseler, göz kalemleri, rugan çizmeler, tiyatro biletleri, parti davetiyeleri, Almanca şarkılar, fotoğraf makineleri... Bunlar, hiçbir şeyi tamir etmeye yeterli değil. Ne zaman bu kadar çıplak kaldım ve ne zaman her şey bu kadar kötüye gitti en son? Takvimimde, kırmızı bir daire içine almıştım oysa o günü. O gün, her şeyin güzelleşmeye başlayacağı gündü. O gün kimin ne giydiğinin, telefonların neden çaldığının, geçmişin ve yara izlerinin önemi yoktu. O gün, hiç bitmemesi gereken bir 'iyi ki bitmiş' anısı olarak duruyor rafımda. Bugün, olmasa da olur... Parmağımı kestim bu sabah. Kanı emdim, kesiği yarabandı ile sardım. Bazı yaraları saracak bant bulamamak ne kadar kötü. Geçmeyince geçmiyor. Kalbimin kırıklarını gösteriyorum camdan, sokaktan geçen herkese. Oysa herkes yere bakarak yürüyor bu günlerde. Kimsenin kuşlara, şiirlere, turuncu japon balıklarına ayıracak vakti yok. Kimse istemiyor bir başkasının mutsuzluğuna kulak vermeyi. Herkesin kendince sebepleri var. Ben hariç. Sebebimi kaybettim. Sebebim, sessizce gitti ben uyurken, rüyamın en güzel yerinde. Süzülüyorum suyun içinde. Yanımdan turkuaz balık sürüleri geçiyor, bir korsan gemisi yatıyor metrelerce altımda. Bir midye, bir inci saklıyor kalbinin derinliklerinde. Midyeler sokak tezgahlarında satılırken ve kum taneleri ayaklar altında, incileri sadece zengin kadınlar taşıyabiliyor boyunlarında. Seni ben doğurdum. Ben sağladım ışımanı ve ben izin verdim benden öte olmana. Şimdi bu kadar mutluyken sen, ben kırılmış kabuğumla şehrin kimbilir hangi çöplüğünde yatıyorum... Ama buna hakkım yok, söylenmiyorum. Tanrı, yıllar boyunca kırdığım herkesin üzerime mızraklarla koşmasına izin veriyor. Aynı anda geliyor herkes öcünü almaya, herkese borçluyum ve adalet değil, intikam istiyor her biri. Bu kadarını kaldıramam diye düşünürken bir mızrak daha saplanıyor bir yerlerime. Tanrı 'dayanırsın, dayanacaksın' diyor kendine özgü diliyle. Bir kitap indirseydi, daha kolay olurdu. Ya da denizleri yaracak kudreti aşılasaydı kanıma. Ama sadece 'zor yoldan öğren ki kolay unutma' diyor bana. İsyan etmiyorum, zira sesimi yitirdim. 'Yeter' diyemiyorum. Engel olamıyorum hiçbir şeye ve pes etmek, gülümsemekten daha kolay bu günlerde. Küçük bir kız çocuğu olduğum günleri düşlüyorum. Babamın omzunda seyahat ettiğim zamanları. Bir pamuk şekerin ne kadar mutluluk verebildiğini. Oynadığım oyunları. Annemin her gece saçlarımı okşayarak okuduğu masal kitaplarını. Romantizm, o zamanlardaydı. En büyük aşk, saf olmaktı ve büyüdükçe kafam karıştı. Zamanı algılayabilseydim her şey çok daha kolay olurdu. Kendime duyduğum sevgiyi daimi kılabilseydim... Oysa yaptığım her şeye rağmen, tek eşliyim. Birini severken unutuyorum kendimi sevmeyi ve sonra yıkılıyor binalar, kurşunlar yağıyor ve çiçekler soluyor ülkemde. Suç benim, çünkü ben hep düşmanlarımı sevdim. Bana ben kadar düşman olabilen adamların göz kapaklarına sürdüm dudaklarımı ve ayrılık, bir batıl inançtan çok daha fazlasıydı. Sadece ayak uydurmak gerekiyordu, sadece tamamlara ve pekilere ihtiyaç vardı nefes alabilmek için. Mantarı kaybettiğim için bitirdim şarabı. Noktaları bulamadığım için bitmedi cümlelerim. Benden çaldığın, seni gülümsetiyor mu? En çok bunu merak ettim. Bitmemiş bir resim gibi kaldın tuvalimde. Ne duvarıma taşıyabildim, ne atabildim bitmiyor diye. Biliyor musun, renkler bittiğinde, sıra şarkılara geçiyor. Güzel şarkı söyleyen adamlar tanıyorum ve güzel şarkıları umursamayan kadınlar. Sadece uykuyu umursuyorum ben de bunu gördükçe. Sadece yavaş nefesler ve siyah çarşaflar. Fazlasına gücüm yok. Fazlası, benden başka herkesin elinde. Takvimden bir yaprak bile kopartmadım, aylardan beri. Aylar akmış, günler bitmiş, sene değişmiş... Banane? Burada hiçbir şey değişmiyor. Hala taze her şey, hala değişmedi müzik, hala aynı ojeler var tırnaklarımda. Parmak uçlarım uyuşuyor. Sıkça dönen başımın suçunu alkole attım. Gözlerim yanıyor, boğazım ağrıyor ve sonsuz baş ağrım alışılmış bir hadise artık. Huzur, rengini yitirdi ve çok arkalarda kaldı... Nereye kadar bilmiyorum ve sormuyorum. Ama merak ediyorum, bir nokta var mı, yoksa giderken onu da aldın mı? ...




Anita


18.02.2011