9 Kasım 2011 Çarşamba

Mutluluk Güncesi



Selam!

Uzun zamandır fırsat bulamadığım için yeni yayın konusunda önceliği günceye verdim. Zira biriktikçe birikiyor ve bu bir yerden sonra her şeyin karışması anlamına geliyor. 

İstanbul'da işim bittiği gibi Edirne'ye geçtim. Biliyorsunuz. Doktor ailemin iyileştirici etkisinin kaçınılmaz olduğunu söylediğinden, aksini yapmak istemedim. Majör depresyon tanısı ve yine başlatılan ilaçlarla beraber kendimi zamanın kollarına teslim ettim. Açıkçası başlarda hiç kolay olmadı.


Ailemin çabası, görünürde her şeyin yolunda olması ancak sürekli sanki az evvel biri ölmüş gibi hissetmek...


Kahvaltı ederken aniden göz yaşlarına boğulmak ve babanın burnunu silmesi...


Hiçbir şeyin tat verememesi ve aniden alınan karar:


"Ben tatile çıkıyorum."

Akabinde ufak bir çanta hazırlayıp doğru Antalya'ya, Polen'in kollarına. Polen cidden tanrının bu dünyaya bağışladığı en harika varlıklardan biri ve hem annem, hem çocuğum. Bu güzel. Antalya da öyle. Çılgınlarcasına Misfits izledik. Fırsat buldukça denize girdik. Hasta olduk, iyileştik. Polen'i sahnede davul çalarken izleme şansını yakaladım sonunda. Birçok kez kriz geçirdimse de, boşverdik. Ve yine birbirimize doyamadan ayrılık vakti geldi.





Ancak doğrudan Edirne değildi planım. Zira Ankara'da dünya tatlısı, eltilerin en güzeli Merve vardı ve özlemden delirmenin eşiğindeydik. Bu sebeple Antalya'dan kalkan bir otobüsün beni Ankara'ya götürmesine izin verdim. Ankara oldukça keyifliydi. Retrox, Up'ta zakkum konseri, yanlış anlaşılmaların saçma sapan hale getirdiği ama sonra kahkahalarla anımsadığımız bir gece, evde pizza ve film keyfi, rakı, terasta birbirimizin kalbine pansuman yapışımız. gay bar ve sonra nazar boncuğu niyetine berbat bir kriz, ambulans, sedye, Numune, acil...










Akabinde Ankara'daki zamanımı da doldurdum ve Edirne'ye geçip aileme kavuştum. Ve işler, aniden yoluna girmeye başladı. Fark ettim ki, ağlamıyorum. Fark ettim ki, normalim. Fark ettim ki, yine evde şarkılar söyleyip şımararak dolaşıyorum.

Yine hipomaniye girecek olmaktan korkuyorum ancak doktor bipolar bozukluğumun normal ve sağlıklı evresinde olduğumu, ilaçlara devam etmemi ve tadını ve çıkartmamı söylüyor.


İstanbula geldiğim gibi Orçin'le Taksim'e kaçıyoruz. Geleneksel KFC şenliğimizin ardından Ayhan Işık Sokak'a yollanıyoruz. Ancak Beyoğlu'nun bu kadar kötü hale geldiğini görmek canımızı yakıyor. Purple'da biralarımızı yudumlayıp boşveriyoruz. Ardından İhsan geliyor İzmit'ten. İki güzel gün geçiriyoruz. Ve sonra, taşınma zamanım geliyor.


Tek başıma yükleneceğim bir sene beklerken hayat üç beş sürpriz serpiştiriyor günlerime. Kendimi ev ararken buluyorum. Sonra da Kadıköy'ün göbeğinde, evlerin en güzelini.


Boya badana, eşya peşinde koşturma, dünyanın en sinir bozucu nakliyecisi, ev taşımadan bir gün önce ev Barkın'a araba çarpması, taşındığımız gün İstanbul'u şenlendiren sağanak yağmur. Bunlara rağmen yeni eve yerleşmek ve hafta sonunun en güzel yanı: Polen!
Yeni şehri Yalova'dan koşup geliyor, beraber ev yerleştiriyoruz, dedikodu yapıyoruz, pilav yiyoruz, her şeye ama her şeye gülüyoruz, Ekin de katılıyor bize. Barkın da. Minik Fatih Terim'ler olup gülüyoruz her dakika. Sonraki hafta sonu ise bir değişiklik yapalım diyoruz, Polen sabit kalıyor, biz Barkın'la Yalova'yı fethediyoruz!




Çarpışan otolar, salıncak, yokuşlu garip kafe, kestane şekerleri, kivi, adam asmaca, kulağımın arkasına yerleştirdiğim sarı bir çiçek, güneşin batışı ve günün sonunda üçümüz
el ele, İstanbul.

İstanbul'da da mutluluk yakamızı bırakmıyor elbette. Saçma sapan şeyler yetiyor gülmemize, gökten başımıza Model konserleri düşüyor, sarılıp uyumalar, peynirli poğaçalar, bol kremalı kahveler, pis yedililer...

Sonra zamanı geliyor hayata koyulmanın. Önce işe başlıyorum bir dövme stüdyosunda, hafta sonları için. Sonra hafta içi sabahlarımı dolduracak bir dil kursuna kayıt oluyorum. Geriye kalan zamanı boş bırakmak olmaz, bolca çizim yapıyorum ki, her biri bir öncekinden güzel. Barkın çizim defterleri ile, füzenlerle, grafitlerle ödüllendiriyor bu hevesimi. Sonra bakıyorum, hala boş zamanım var, kendimi mutfağa atıyorum. 22 sene sonra içimdeki minik ahçıyı keşfediyorum. Patlıcan oturtmalar, pilavlar, fasülyeler, krepler, kızartmalar, patates yemekleri ile dolup taşıyor tavalar tencereler. Öğrenebileceğim hemen her şeyi denemeden ölmemeye karar veriyorum.


Ekin'in doğum günü geliyor, kalpli pastalar yapıyorum ona. Gökten Merve düşüyor sonra, mutluluktan aklımı yitiriyorum. Sonra yine Polen, yine Ekin, sonra tekrar, sonra tekrar... Evimin harika bir rutini oluyor, hayatımın enfes bir dengesi.

Kafamı çevirip geçmişe bakıyorum...


Nasıl da zordu nefes almak. Yaşamak nasıl da işkenceydi, her saniye, daha ağır. Hiçbir şey için hevesim yoktu, mutluluk sözlerini unuttuğum eski bir şarkı adı gibi geliyordu sadece. Şiş gözlerimle uzandığım yatakta sadece bitmesini bekliyordum. Ve sonra birden, odama güneş doldu. Birden her şeyin rengi, tadı, kokusu değişti sanki. Yaşadığım her dakikanın bir anlamı varmış, yapacak, yaşayacak, öğrenecek, tadacak çok fazla şey varmış. Ve mutluluk, sözlerini benim yazmam gereken bir şarkıymış.

Gülümsüyorum.

Hayat güzel, tüm karanlıklarına inat.

Öpücükler.



Anita
o9.11.11


Hiç yorum yok: