24 Kasım 2010 Çarşamba

Lost In Amsterdam


Bu sabah neredeyse buna yakın uyandım. Alkol beni kötü etkiliyor, yalnızsam. 
Yalnızım.

***

Kendimi üzerine basılmış bir üzüm tanesi gibi hissettiğimde, hayat pek sevilesi olmuyor. Destina'm beni çağırıyor. Gidiyorum. Bana Yugoslavya'dan gelen yumurtalarla kahvaltı hazırlıyor. Ne zaman Yugoslavca konuşsa çok seksi oluyor.  Bana her zamanki gibi şekerli türk kahveleri yapıyor. İlk defa kahvemi içemiyorum. Soğuyan kahve bi' boka benzemiyor. Oturmak bile istemiyorum. Kanepenin üzerine yatıp saçmalıyorum, çünkü ben minik bir aynayım. Sadece hayatı taklit ediyorum. Bu aralar hayat pek güzel değil, bu durumda ben de saçlarımın nasıl gözüktüğünü önemsemiyorum. "Belki de grip oluyorumdur?" gibi iyimser bir tahminden yola çıkarak ilaçlarla bünyemi kandırmaya çalışıyorum. Yemiyor. Bir müddet sonra küçük bir ergene dönüşüyorum. "Ölsem ya ben?" diyorum. Destina suratıma yastığı bastırıyor. Önce gülüp sonra öksürük krizine yakalanıyorum. Acıyıp yastığı çekiyor. Hala ölmek isteyip istemediğimi soruyor. Acısız bir ölüm istediğimi söylüyorum. Kafama sigara pakedi fırlatıyor.


****


Dün gece Biss'le Mume'de bilmemkaç tane bira içtim. "Seni affetmek istiyorum." dedim. "Hala çok güzelsin, hala harika sarhoş oluyorsun, hala çok eğlencelisin!" dedi. "Biliyorum." dedim. "Hala çok egoistsin." diye cevap verdi. Sonra elini tuttum. Çünkü en yakın arkadaşım hep oydu. Başka birinin yerini almasını istemiyorum. Gece boyunca bilmemkaç tane bira içip dudağıma kırmızı rujlar sürdüm. Mume'de sarhoş olmayı önemsemiyorum. Çünkü orada içip içip bardakları kırdığım zaman bile utanmıyorum. Gülümseyip kesilen parmaklarıma yara bandı yapıştırıyorlar. Minik çerez tabaklarını benimsiyorum. "Benim çocuklarım onlar!" diye önüme çekiyorum her seferinde. Biss en güzel çocuklarımı seçip ağzıma atıyor. İsimlerinin Marcus olduğunu hayal ettiğimiz İspanyollar sokağın ortasında durup müzik yapıyorlar. Ben sarhoş olunca telefona sarılıyorum. Gül satan bir ufaklık bana gül hediye ediyor mesela oradayken. Sonra Beyoğlu bana hoşgeldin diyor, deli gibi yağmur yağıyor. Çorabım kaçıyor. Sırılsıklam oluyorum. Otobüslere doğru yürüyoruz. "Bu otobüs sana rezerveymiş!" diyor. Gülüyoruz. Bir defasında yerde uzunca bir kırmızı halı görmüştük. Yağmur vardı. Sarhoştum yine. Biss elimi zarifçe tutup havaya kaldırmıştı ve ben şık adımlarla yürümüştüm halının üzerinde. Halıyı soruyorum. "Kaldırmışlar, getirtirim ben yine!" diyor. Otobüse biniyorum. Bacaklarım üşüyor...


****


Destina'm "Kendine gel artık yahu!" diyor. Kendime gelmek yerine televizyon izliyorum. Kafama çakmak fırlatma fikrinden vazgeçip bana eşlik ediyor. Telefonum bozuluyor. Ne yaparsam yapayım telefonum açılmıyor. "Tamam, bu kadarı bana fazla! Eve gidiyorum!" diyorum. Eve gitmek yerine internet kafeye giriyorum. Artık internette bile yapacak bir şey bulamıyorum. Sonra köşedeki Tekele uğruyorum. Anadolu kalmamış. Köşedeki Tekelin çalışanlarını seviyorum. Yavşak değiller. Yabani de değiller. Ayaküstü muhabbet ediyoruz arada. Anadolu kalmadığını öğrenince bitişikteki markete uğruyorum. Market sahibi enteresan bi' adam. Kapının önünde "Önce diğer Tekele gittiğini biliyorum!" bakışıyla duruyor. Her topkek aldığımda farklı bir fiyat veriyor. Anlamsız sırıtıyor. "Hayırlı işler" dediğimde boş bulunup "Size de." diyor. Eve gelip kapıyı kitliyorum. Telefonum yeniden çalışmaya başlıyor. Milk'i ve Dan in Real Life'ı izliyorum. "Yarın Pulb'da arkadaşım çalacakmış, gidelim." diyorum Biss'e. "Gidelim." diyor. Öncesinde okula uğramayı planlıyorum. Dışarıda yağmur var. Cam sonuna kadar açık, yine de sadece duman soluduğumu hissediyorum. Lost in Amsterdam çalıyor. Dünyanın en lüzumsuz yazısını yazıyorum. Ziyadesiyle yalnızım. Utanmıyorum.




http://fizy.com/s/1bxiaa


24.11.2010
Anita
İstanbul

4 yorum:

dralaye dedi ki...

bu hafta en azından bir gün o kadar yalnız olmayacaksın kadın. sana şiirler yazıp öpeceğim kaşlarını çünkü ben senin eksin yanlarını herkesten daha çok severim

Anita Taylor dedi ki...

İncecik kaşlarımla beraber seviyorum seni.

Adsız dedi ki...

*merhabalar. ben uzun zamandır takipçinizim sevgili anita hanım. bildiğim kadarıyla, anita eski sevgilisini özlüyor. çok güzel şeyler yazıyor o'nun için. bu kadar çok sevip böyle güzel yazan biri, böyle de güzel üzülmeli. makyajı akmalı, kırmızı halılardan geçmeli, içmeli, eve taşınmalı. sonra biss var. bi' hatası olmuş. fakat varlığı inkar edilemez. mutlu olacağını biliyoruz neticede bu güzel kadının. kendine geleceği zamanı bildiğinden de eminim. evren bütün sorulara evet diyor. o da doğru soruları soruyor. büyüyüp çocuklarına okuyacağı masallar yazıyor. köpekleri, kızartma yiyen kuşları, pis kedileri seviyor. eski sevgilisini seviyor. ona bi' arkadaşın yapabileceği en pis şeyi yapan "en yakın arkadaş"ını seviyor. seviyor da seviyor. ruju her yerine bulaşıyor, rimeli akıyor, üzülüyor bazen. hiç kimseye ihtiyacı olmayacak kadar güçlü aslında. ağladığında kimse için ağlamadığından emin oluyorsunuz. kendisi için ağlıyor. çünkü yaşamda kendinden kıymetli bi' şeyin olmadığını ve her şeyin eninde sonunda yoluna gireceğini biliyor. çok güzel bi' kere o. neden yoluna girmesin her şey? o çok güzel ve her şey yavaşça yoluna giriyor. ben biliyorum. o biliyor. kediler biliyor. görünmez bi' taç var güzel siyah saçlarının üzerinde. evinin heryerine kırmızı halılar almak, bulaşık yıkarken bile kırmızı halıda yürümesini sağlamak isteyen en yakın arkadaşı ona tapıyor.

Anita Taylor dedi ki...

En yakın arkadaşımsın, hem de bedava.