20 Ekim 2010 Çarşamba

KAÇIŞ




,


Güneş doğunca fark ettim. Kırmızılar terk etmiş evimi. Mavilerin yarısı bardağımda kalmış. Kızgınlığım bundan. İlk giden ben olacaktım. Kırmızılar dudağımda, maviler saçımda kalmak isteyecekti. Kırmızının saçlarını yakacaktım. Kıskanacaktı herkes. Kıskanacaklardı kaçışımı. İntiharımın ilk hecesi olmak isteyeceklerdi. İzin vermeyecektim. Kıçımla gülecektim hepsine. Kıçımı dönecektim. Ama kırmızıların terk ettiği bir evde uyandım bu sabah. Anlıyor musun? Artık plakların bir önemi yok. Artık kitapların, suyun ve şarabın bir anlamı yok. Hayır, anlamıyorsun. Çünkü sen hiçbir zaman aleve veremedin geçmişini. Sen hiçbir zaman kendinden öteye bir adım atamadın. Hiçbir zaman elini tutan biri olmadan yola çıkamadın sen. Benim saçlarımın yıldızı döküldü. Sense yıldızları masallardan öğrenen çocuklardansın. Sen kırılmış bir aynaya bakmaya cesareti olmayanlardansın. Yerden topluyorum yıldız parçalarını. Saçlarım asla eskisi gibi olamayacak. Biliyorum ama sen anlayamıyorsun. Odamda unutmuşsun düşlerini giderken. Denedim üzerime, bir beden küçük geldiler. Kâbusların nerede? Sana biraz ödünç verebilirim. Sana hayatımın bir parçasını vermeyi teklif ederken ben şimdi dört sözcük ile, sen hangi kentin sokaklarında yürüyorsun bilmiyorum. Sınırlarımı doğradım aylar önce. Kentleri, sokakları, kıtaları sevmiyorum. Kimliğim yok. Kimliğimin bir önemi yok. Dün gece çatıya çıktım dolunayla konuştum. Karanlığın tecavüzünü anlattı. Dinlemedim. Onu dinlemek yerine şarap içtim. Cevap vermek yerine tükürdüm caddeye. Caddeden geçen arabalarda av arayan adamlar vardı. Her kadının av olduğu bir dünyada, ben artık kadın değilim. Kadınlığıma dair ne varsa, hepsini eskiciye sattım. Elimde dört tane yeşil mandal, denize yürüyorum. Kadınlığını dolarla ölçenlerin haline gülüp, mandalları denize bağışlıyorum. Kim söyleyebilir bencil olduğumu? Kim ayna tutabilir yüzüme, o cesaret kimde? Hayır, bana dokunmana izin veremem. Tenin tenime değerse, gece alev alır, yıldızlar söner, martılar şehri terk eder. Tenin tenime değerse denklem bozulur, kral tahttan indirilir adını bile bilmediğim boktan bir ülkede ve üşür sokak köpekleri. Tenin tenime değerse… Gecenin adını ben koydum. Dişlerim birbirine çarpıyor soğuktan. Cami avlusuna bırakılmış bebekler beni çağırıyorlar. Ben kimsenin yarasına merhem olamam. Ben kimsenin hayatına dâhil olamam. Anlıyor musun? Hayır anlamıyorsun. Çünkü sen, bir gün can sıkıntısından, kalabalığa âşık olmuşsun. Benim insanlara ayıracak vaktim yok. Yazmam gereken intihar mektupları var. Çizmem gereken kaçış planları. Yırtılan tenimi dikmeye çalışıyorum kırmızı iplerle. Makyajım akmış. Sidikli gothiclere dönmüşüm. Rujumun kırmızısı kayıp. İplerimin pembeliğini kimseye itiraf edemem. Odamın duvarındaki tabloda, küçük bir kız çocuğu var. Kırmızı şemsiyesinin altında kitap okuyan. Odamın duvarındaki tabloda yaşayan kız çocuğunu yemeğe davet ettim dün gece. Gelirken, bir yüzük getirmiş bana. Ne güzel. Parmaklarım acımasaydı, o yüzüğü takabilirdim. Parmaklarım ezilmeseydi kelimeler tarafından, parmaklarımı süsleyebilirdim ben de onlar gibi. Omzuna düşen uzun saç tellerinden birine geçirdi yüzüğü. Boynuma taktı. Gülümsedim. Konuşmayan küçük kızın ceplerine birkaç misket bırakıp uğurladım. O tabloya geri döndü. Ben banyoya. Küveti kendimle doldurdum. Suyu aldım içime. Uykum yok. Uykum yeşile boyalı mücevher kutumun içinde. O kutuyu açamam. Büyüyü bozamam. Kendime bu konuda yasaklar koydum. Kelepçeledim ellerimi. Ağzımı bantladım. Kendi kendimi kırbaçladım. Tenimin üzerine mum erittim. Sonra biraz müzik dinledim. Katilin uşak olduğu üç film izledim üst üste. İyi gelmiş olacak ki, unuttum yıllardır açmadığım kutuyu. Sokağa çıktım. Duvarların şarkılarını dinledim biraz. Markete girip kalem pil aldım. Yağmur yağdı. Dudaklarımdaki damlaları yaladım. Bir gemi ödünç aldım denizden. Kalem pillerimi dans eden bir kadınla takas ettim. Meydandaki heykelin önüne koydum kadını dansına devam etsin orada diye. Biliyorum, heykelin canı sıkılıyor. Geçen gece ağladığına tanık olduğum zaman söyledi bunu bana. Terk edildiğini ve çok sıkıldığını. Buz gibi mermer dudaklarına biraz reçel sürdüm mutlu olsun diye. Ve bu gece ona dans eden bir kadın getirdim. Hediye. Canım sıkıldığında dudaklarıma reçel sürmüyorsun sen. Canı sıkıldığında klasik müzik dinleyerek kitap okuyan dostlarına gidiyorsun. Filozoflardan ve hisse senetlerinden söz ediyorsunuz. Vitrinde gördüğünüz son model spor ayakkabılardan. Ben ayakkabılarımı bir sokak kadınına armağan ettim, dünyaya yüksekten bakmak istediğini bildiğim için. Ökçelerine âşık olduğum ayakkabılarımdan vazgeçtim. Gözleri parladı ve bir öpücük kondurdu enseme. İşte o gece seni affettim. Şimdi biraz yalnız kalmam lazım. Yarım kalmış kaçış planlarım, yarım kalmış intihar mektuplarım var. Biliyorsun. Biliyorsun ama anlamıyorsun. Olsun. Ben, sana rağmen seviyorum kızılı eksik dudaklarımı. Çünkü ben senin içindeki elleri bağlı çocuğun yüzünü çizebiliyorum odamın duvarına. Gözkapaklarımı diksen de görürdüm. Sen, dünyayı gözleriyle görmeye çalışanlardansın. O yüzden asla çizemezsin benim resmimi. Asla bana benzetemezsin, hiçbir kâğıttaki hiçbir çizgiyi. Ben, seni aynalardan iyi çizebiliyorum. Ben, seni var olmadığın zamanlardan beri sevebiliyorum. Kanadına kurşun saplanmış bir kelebek var masamda, giderken yanımda götüreceğim tek şey. Onu sutyenimin içinde saklayarak koşmayı planlıyorum çok uzakta bir yere. Ama şimdi, planlarımdan söz etmeyeceğim. İntihar mektubumu yazmaya başladığım kâğıdın sağ üst köşesine küçük bir yağmur damlası iliştirip, kendimi kendimle aldatacağım bu gece. Ve biliyorum, anlamayacaksın sen yine…


Anita
2009
İstanbul