10 Şubat 2011 Perşembe

Çok Yakın

"Sonra, sonra... Gökyüzü maviye döndü mü? Boyandın mı yeşile sahiden en temiz nehirler içinde? Sonra... Anlatsana! Sessizliğin, korkutuyor..."

- Ceylan Ertem






O zamanlar her şeyin çok daha güzel olduğunu hatırlıyorum. Ne zaman azalmaya başladı kitaplarım ve kül tablaları ne kadar çabuk doluyor artık? Yeşilde bile biraz kalp kırıklığı var. Uyku, ihanetin en güzel örneği. Her şeyden kaçmak için uyuyan ve rüyasında kaçtığı her şeye yakalanan bir kadın tanıyorum. Merhaba. Ben Anita. Bir gelin arabasının önüne oturtulmuş, pembe yanaklı bir oyuncak bebeğim. Boş zamanlarımı sarhoş ve amaçsız şekilde tüketiyorum. Omuzlarımda rujumun izi var. Bir hamur gibi kendimle oynuyorum. Hayatımı ikiye bölmek, en sevdiğim şey. Deniz ve gözyaşı. Krema ve diyetler. Kahkaha ve sinir krizleri. Süt ve votka. Harika çizgilerim var, hayatı bana zindan eden. Düş kapaklarım yarayla dolu. Büyümeyi sindiremiyorum. Çocukluk ise duvarların yıkımı demek. Yıkılmış duvarlardan korkuyorum. Korku, anne özlemidir. İhtiyaçlar üzerine kurulmuş bir hayat ile idare edebilirdim halbuki. Duygular, her şeyi zorlaştırır. Bir ay önce çizmiş olduğum kediye bakıyorum. Yanında, güzel bir şarkının güzel sözleri var. Bana verilen sözleri unutamıyorum. Verdiğim sözler ise, başka bir hikayenin konusu. Zaman ile problemim var. Geçip giden her şey, kafamı karıştırıyor. Beyazlaşan saçlar, çürüyen elmalar, biten votkalar, dolan kül tablaları, boşalan sigara paketleri... Benden bunu anlamamı bekliyorlar. Kendi tükenişini reddeden bir kadından, bu gerçekliğe ayak uydurmasını istiyorlar. Ben ise çorabı kaçmış bir manken olarak dikiliyorum, şehrin en ucuz mağazasının vitrininde. Bu ülkede, vitrin mankenlerine bile tecavüz ediyorlar. Zihnim hayali bir ülkenin bahçelerinde dolaşıyor. Çıplaklık ve huzur arasında mutlak bir bağ var. Bana neden kendimle bu kadar ilgili olduğumu soruyorlar. Her yazdığında, her çizdiğinde kendini anlatan, her kıyafet parçasını bir ifade aracı olarak gören bir kadın, neye yarar diye düşünüyorlar, hissediyorum. Ben kendimi anlamak istiyorum, anlatmak ise bir araçtır ancak bu yolda. Kendimi bitirip, sıyrıldığım gün, sıra güzel şeylere gelecek. Çamura bulanmış bir ayna. Gözlerim acıyor. Saat takmayı beceremedim bir türlü, sevemedim. Önce günleri öğrenmek gerek, gerisi kendiliğinden gelir. Bana sorsan, ne zaman uyanıyorsam, o zaman sabahtır. Elimde kalem, noktaları birleştiriyorum. Sanat, bunun için var. Tanımadığım biriyle bira içip eve dönmek istiyorum. Eve dönüp makyajımı tazelemek istiyorum. Makyajımı tazeleyip uyumak istiyorum. Anlamı yitirdim. Mananın yoluna köle oluyorum. Hayatta çözebildiğim tek bir giz bile yok. Kontrol edemediğim her türlü gerçeklikten korktuğumu gizlemeye çalışacak kadar öğrenebildim kuralları, fazlası değil. Rol yeteneğimin eksikliği ise, her şeyi en başa sürüklüyor. Soyulmaya başlayan ojelerimi saklayarak seyrediyorum olup bitenleri.


Nefes almak, yoruyor.

Anita
10.02.2011
İstanbul

5 yorum:

SonradanBilme dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
Anita Taylor dedi ki...

İçsel gelişimimi öpeceğim.

SonradanBilme dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
SonradanBilme dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
Bora ŞAHİNKARA dedi ki...

I-ıh.. Yanlış bir mutsuzluk bence bu.. "Pollyannacılık" diye adlandırılan tavrı takındığımızda hayatımızı mutlak bir mutluluk, keyif, gülümseme sarmıyor bence. :-) Hüzünden kaçmak iyidir bence. Hüzünden ölesiye kaçan, köşe bucak kaçan, uça zıplaya kaçan birinin hayatında negatif şeyler olmuyor değil. Herkesin yaşamak zorunda olduğu asgari bir hüzün, adeta doğanın bir kuralı. Hüzünden mümkün olduğunca kaçanlar, elinde olmayan hüzünleri yine yaşar, elinde olanlardan ise kaçmış olur. Ve bu da çok süpersonik bir şeydir bence. "Suni mutluluk" dediğimiz şey değil bu. Durduk yere mutluluk yaratmak şeklinde değil de; öfke veya hüzün ihtimali geldiğinde hemen ondan uzaklaşmak. Örneğin dünyada her saniye kötü bir şeyler oluyor, mesela muhtemelen her saniye dünyanın bir yerlerinde bir sürü hayvan insanların dangozlukları yüzünden acı çekiyordur ve bu şeylerin bitmesine, azalmasına katkım olması için bir şeyler yapan bir insansındır. Ama asla internette duyarlı arkadaşlarımızın (ama ironi falan yapmıyorum, gerçekten duyarlı) paylaştığı herhangi bir hayvanın acı çektiği video veya fotoğraflara asla bakmayan da bir insansındır kötü hissetmemek için, ağlamamak için. Yani bu örnekte şunun olabileceğini göstermeye çalışıyorum: 'Hüzünden kaçan insan', 'gerçekleri görmezden gelen insan' değildir.

Yukarıdaki örneği biraz daha açıp, mizansene dökmek gerekirse: Örneğin sabah kalkarsın, eğlenerek giyinip, süslenirsin. Kulağına bir mp3 player takarsın. Masanın üzerindeki dilekçeyi alıp evden çıkarsın. Yolu ya müzil dinleyerek keyifle geçirmeye çalışırsın ya da kitap kuyarak. Sonra otobüsten inip, belediyeye girersin, ilgili makama, o belediyeye bağlı hayvan barınağından hoşnutsuzluğunu içeren dilekçeni bırakırsın ve sonra mümkün olduğunca eğlenceli hale getirmeye çalıştığın bir yolculukla eve dönersin. Evde Facebook'a girdiğinde hayvanlara dair hiçbir can acıtıcı fotoğrafa veya video'ya bakmadan, gülerek eğlenerek geçireceğim bir gün, bunlara 'bakmadığım' bir gün benim vicdanımı rahatsız etmeyecektir artık. O zaman hobarey..

Kapitalizm'in pahalı hediyeleriyle gelen mutluluk kapitalizmin insanların büyük çoğunluğunun beynine işlediği sahte, geçici, çabuk biten ve çabuk bittiği için o mutluluk tepesinden aşağı sert bir düşüş yaşamamak için yerine kısa süre sonra yenisini elde etmeyi gerektiren, kısa süre sonra bir yenisini daha, kısa süre sonra bir yenisini daha gerektiren bir mutluluk çeşididir. Bu bir suni mutluluk örneği. "Hüzünden kaçma" ( yani halk arasında "Pollyannacılık") ise suni mutluluk örneği değil. :-) "Hüzünden kaçma" 'suni mutsuzluktan kaçma'nın diğer adıdır. Ve hüzünden kaçmak demek, gerçekleri görmeyen, gerçeklere duyarsız olmak anlamına gelmiyor.

Yazıdaki karaktere iletirsen sevinirim. :-) Sevgiler. :-)