20 Nisan 2012 Cuma

so glad for the madness









Vapurdayım. Gittiği yer belli değil vapurun. Saati bilmiyorum. Saat yok. Böyle bir sefer hiç yapılmadı belki de aslında. Ben ise, hiç olmadığım kadar gerçeğim. “Varım!” derken ellerim titremiyor ve gözlerimi kaçırmıyorum karşımdakilerden. Karşım boş. Yanım. Arkam. Bir başınalığı yaşıyorum, doruk noktasında. Kaptan yok. “Vapur var mı?” diye sorabilmek de lazım aslında şu noktada. Ama ben varım. Ve vapurun olduğunu söylüyorum. Gerisi bir şey ifade etmiyor. Gerisi kimseyi ilgilendirmiyor.  Rüzgâr. Yüzümü yalıyor. Bu güzel. Müzik yok. Şarkı benim içimde çalıyor. Cradle of Filth. Babylon A.D. Bunu seviyorum. So glad for the madness. SO GLAD FOR THE MADNESS! Kapatmıyorum gözlerimi bu defa. Müziğe girebilmek için gözlerimi kapamama, yoğunlaşmama gerek yok. Müzik bende doğuyor. Müzik bende başlayıp bende bitiyor. Ben müzik oluyorum. Müzik benimle var oluyor. Sırt üstü yatıyorum yerde. Gözlerim yukarıya bakıyor. Yıldızlar. Kayanlar ve kayanların ardından yas tutanlar olmak üzere ikiye ayrılıyorlar. Onları izlemek güzel. Denizin üzerinde ilerlemek. Ve salak gibi sabit olduğumu, hareket edenin onlar olduğunu sanmak. Gerçeklere ihtiyacım yok, kendi gerçeğimi görebildiğim sürece. Tek ihtiyacım sigara şu an. Sadece sigara istiyorum. Bir dal. Bir paket. Sonsuz adet sigara. Çünkü kendi ölümüne katkısı olmalı insanın. Ölüm, başkalarınca, başka unsurlarca ortaya çıkan, gelen, giden, götüren olmamalı. İnsanın ölümü, ilk ve son kez yok oluşu tatması, kusursuz olmalı. Bakirce ölümü beklemek. Ben, beklediğimi tanımak istiyorum. Kendim şekillendirdiğim bir final. Bu, kulağa çok güzel geliyor. Ve bir el. Bana ihtiyacım olanı uzatıyor. Yakmış ve iki parmağının arasında bana doğru tutuyor. Alıyorum sigarayı ait olduğu yerden ve dudaklarımın arasına yerleştiriyorum. Sahip oluyorum ona. Benim sigaram oluyor. Ve sonra elin sahibi gelip oturuyor karşıma. Gözlerinin rengi yok. Ama saçları yağmur kokuyor. Rüzgâr estikçe bir yağmur kokusu dans ediyor havada. Onu sevmek için bir sebep. “Adın ne?” diyorum. “Unuttum” diyor. O an deli gibi kıskanıyorum. Kendine bu kadar ait, bu kadar muhtaç olduğu bir şeyi unutabilen bir adamın ne kadar güçlü olabileceğini hayal et. Her şeyi unutuyorum. Ama muhtaçlıklarım, aitliklerim çok kuvvetli. Acılarım, unutulmaz. Ve o, ismini bile unutabilecek kadar güçlü. Güçlü erkekleri seviyorum. “Benim adım Anita.” “Biliyorum.” Sigaradan bir nefes. Yıldızlara bir bakış. “Öpmek istedim.” “Öp.” Eğiliyorum. Alt dudağı benim oluyor birkaç saniyeliğine. Kendimi geriye çektiğimde gülümsediğini görüyorum. Ben gülümsemiyorum. İçimdeki şarkı değişiyor. Dreaming of You’dan, Thoughts of You. Dans edip etmeyeceğimi soruyor. Kabul ediyorum. Ellerim boynunda. Elleri belimde. Yıldızlar kendi halinde. Rüzgâr sakin. Belki beş dakika dans ediyoruz. Belki bir ay. Fark edemiyorum. “Uykum var” diyorum kulağına eğilip. Gözlerim kapanıyor. Kucağına alıyor beni. “Seç” diyor. En parlak, en uzak yıldızı seçiyorum. Yıldız, bizim yıldızımız oluyor. Benim kulağımda bir piyano solosu, onun kucağında ben, ilerliyoruz yıldıza doğru. Ve ben, gerçek aşkın en kırmızı, en siyah, en yüksek, en yüce noktasında nefes alıyorum. Öpmek istediğimde öpebildiğim, dans ederken zamanın nasıl geçtiğini ayırt edemediğim, gözlerim kapandığında güvenli kucağında ilerleyebildiğim, beraberken yıldızlardan bile bir yuva kurabileceğim güçlü bir adam. Ve ben. Ve deniz. Ve rüzgâr. Ve yıldızlar. Yıldızımıza vardığımızda, tüm sorular anlamsızlaşıyor. Tüm gerçekler bizden uzakta. Orada, onunla mutlu olduğumu, var olduğumu biliyorum. Ve tüm bunların aslında hiç yaşanmamış oluşunu, hiç ama hiç umursamıyorum. “Ha bir varmış, ha bir yokmuş” diyorum. Masallar eğiliyor sonsuz sakinliğimin önünde. Ben sadece gözlerimi kapatıyorum, olmayan bir gecede…





 Anita
2007

Hiç yorum yok: