28 Şubat 2013 Perşembe

come home little soul




Çizgilere basmadan yürümeye çalışıyorum. Yirmidördüncü yaş günümü kutlamama beş ay kaldı. Dört yaşımdayken çizgiler yerdeydi, kaldırımların üzerinde, birbirlerini doksan derecelik açıyla kesen, dümdüz çizgiler. Şimdiyse her yerdeler. Her adım daha da zor ve bir can daha kaybetme hakkım kalmadı. Yoruldum. Ben farkında değilmişim ve her şeye sahipmişim. Bordo duvarlı odamda bir yatağım varmış kocaman ve bu yeter de artarmış bile. Güzel kızlar ve güzel oğlanlar dolarmış o eve. Paramız varsa muz likörü içermişiz. Paramız yoksa oturup şarkılar söylermişiz. Sık sık çalarmış o evin kapısı. Sık sık misafirlerime hediyeler verirmişim. Bu fanzin sana, bu kolyeyi de sen tak boynuna. Mutfağım küçükmüş ama hep bir şeyler pişermiş. Ben biberleri doğrarmışım bir yandan, bir yandan tavada mantarlar. Herkes yesin, herkesi daha çok seveyim diye. İşte ben ne zaman o evin camlarını silsem ertesi gün yağmur yağarmış. Kadıköy'ün bütün sarhoşları sabah kahvaltısı için o evde toplanırmış. O evin yolunu bilen herkes bir başkaymış çünkü. Bir de sokak köpekleri varmış, her sabah eve kadar bana eşlik eden, koca patili dünya güzelleri. O evde çok film izlenmiş. Çok rakı içilmiş. Çokça öpüşülmüş. Çokça gülünmüş genelde ve yeri gelince o evdeki herkes çokça üzülmüş. Ben o evden çıkıp bambaşka bir ülkenin ormanlarına gitmeye karar vermişim mesela. Dönüşüm ise bambaşka bir yerlere olacakmış, çünkü o kadar İstanbul yetermiş adam olana. Herkes sırasını savınca gitmeliymiş uzaklara. Bu yüzden kutular dolmuş odama. Bu yüzden bir bir sarmışım kitaplarımı ve bir bir kutulanmış çizdiğim resimler. Bir çift güzel göze ağlayarak bakıyormuşum mesela ama olsunmuş. İnsan kendi yolunu çizdikten sonra, her şey bir şekilde geçermiş nasılsa.

O insan, yolunu şaşırmadıktan sonra.

Ne güzel insanlar tanıdım ve ne büyük kavgalar verdim dilini bile bilmediğim bir ülkenin topraklarında. Yerden yapraklar topladım, göl kenarında ağladım, sabaha kadar dans ettim mesela. Likörler yerini şampanyaya bıraktı, bordo duvarlı odam yerini küçük bir çatı katına. Tilkiler vardı. Küçük hosteller, büyük düşler mesela. Ardından bir uçak bileti, tadı kaçmadan gelen bir veda.

Sonra çizgiler belirmeye başladı. Her yerde. Tonlarca.

Kararların silinmeye başladığında, pişmanlığının tek sorumlusu sen oluyorsun. İnsan kendi yüzüne de tüküremiyor ki. İstanbul'u özlediğinde mesela. Cebinde kendi evinin anahtarını taşıyamadığında.

İşsizlik bir çizgiye dönüştü önce. Evsizlik onu takip etti.

Bir boşluk. Nasıl ağır belli değil.

İnsan hiçbir şeyi kalmadığında, kendine ait bir karar alma konusunda da çok yeteneksiz birine dönüşüyor işte. Paranın canı cehenneme. Aşkın canı cehenneme. İşin canı cehenneme. Çizgilerin canı cehenneme. Tek istediğim bordo duvarları olan bir ev şimdi, Kadıköy'ün bir yerlerinde. Sonrası, o eve gelen yavru kediler, bir yatak, belki bir kaç tencere...


anita
28.02.2013







1 yorum:

Adsız dedi ki...

yazı bitti. perdeyi çektim,pencerey açtım, sigaramı yaktım ve aşağı tükürdüm. martın altısı saat 10 du.


vra.