“A
good painting to me has always been like a friend. It keeps me company,
comforts and inspires.”
-Hedy Lamarr
Sanatın
insan üzerindeki etkisi ve önemini çok kısıtlı bir çerçeveden görüp özetlemekle
yetindiğimizi düşünüyorum. Hayır, sanat sadece bir genel kültür meselesi
değildir. Hayır, sanat sadece insanın ufkunu açan, bir kişisel gelişim basamağı
değildir. Hayır, sanat sadece çerçeveletip duvara asılacak, büyük paralar
ödenecek, elitliğinize elitlik katacak bir şey değildir. Sanat, hızla akıp
giden zamanın; gittikçe kalabalıklaşan dünyanın ve ilerleyen teknolojinin
gittikçe koyulaşan gölgesine ittirdiğimiz ve ruhumuzu kemiren her şeyi olduğu
yerden biraz olsun kımıldatan, varması gereken yere biraz olsun yaklaştıran,
hayatı biraz daha yaşınılır kılan bir tılsımdır. Basite indirgendikçe
tehlikeleşen ve gün geçtikçe çok daha az insanın farkında olduğu bir merhem. Üstelik
bir türlü fark edilememesine rağmen, her yerde.
İnsanların
çoğunun sanata bakış açısının çok ezbere olduğunu gözlemliyorum. Hatta genel
olarak, iki kategoride toplanıyorlar. Bir kısmı, göremeyen ve bunu önemsemeyen,
bakmaktan ve görmeye çalışmaktan vazgeçenler. Bu cephede toplanan insanlar için
Picasso, “Saçma sapan çiziyor hani, küçük erkek kardeşim bile aynısını
yapabilir bu tablonun!” cümlesinden ibarettir. Tanıdık geldi mi? Diğer
cephedekiler için ise Picasso bir etikettir. Picasso’yu övmek, kendilerini
sanatsever, kültürlü, üst tabakadan göstermenin başlıca yollarından biridir.
Anlamaları, hissetmeleri gerekmez. Buna ihtiyaç duymamaları ise, bu kategoriden
çıkamamalarının başlıca sebebidir.
Benim
nazarımda sanatın gerçekten ulaşabildiği kesim, bu iki kategoriden çok ayrı,
bambaşka bir grup. Zira bu gruptaki insanlar hissedebilen, anlayabilen ve bunun
getirisi olan ‘anlaşılamama’ durumunu göze alan
insanlardır. Bu kitle, sanatın amacına ulaştığında yarattığı kitledir bir
şekilde. Bunun eğitimle, görgüyle, bilgiyle alakası yoktur. Bu, son derece
ruhani bir bağdır zira, sanatçı ve izleyici arasında, sanatı da izleyiciyi de
tamamlayan. Zira sanat eseri, bir üçlemenin ikinci basamağıdır. İlk halkası
sanatçı, üçüncüsü izleyici olan zincirin ikinci halkası. Sanat eseri, bir
dönüştürücüdür. Yaratılan her eser sanatçıyı değiştirir. Görülen her eser de,
doğru izleyiciyi. Bu üçüncü grup Picasso’nun bir eserine bakarken, çarpıklığın
taşıdığı düzeni, asimetrinin söylenilenin aksine estetiğin bir basamağı olabileceğini
görebilir. Mutsuz bir kadın tanıyorum. Picasso’nun Nude eserine bakarken
“Aynaya bakar gibiyim.” demişti. “O kadar çok ağladım ki, gözbebeklerimin akıp
gittiğine inanıyorum. Gözbebeği olmayan biri, benim için acıdır. Acımı
çizebilen herkesi tanıdığımı hissediyorum…”
Tanışıklık
mevzusu, “Sanat bize ne katıyor?” sorusunun cevaplarından bir diğeri aslında.
Eserin üreten ve gören arasında bir bağ olduğundan söz etmiştik. Bu bağ
derinleştikçe, soyut bir kalabalığa karışıyor insan zaman içerisinde. Alan ve
verenin bir arada olduğu, karşılıklı birer fincan kahve içip saatlerce
konuştuğu, saatlerce sustuğu bir başka boyut. Bu da çift taraflı bir tatmin
oluşturuyor elbette. İzleyici açısından, kendisini bir şekilde tanıyan, hiç bir
araya gelmediği halde sanki zihninden geçenleri görebilmiş birisiyle
karşılaşmış olmanın yarattığı mutluluk var her şeyden önce. Zira gören insan,
yalnızlaşmaya yatkın insandır. Bir şekilde adım atmış bulunduğu dünya -hangi
sebeple olrusa olsun-, herkesin gönlünce dolaşabildiği bir alan değildir ve herhangi
birinin onunla aynı sularda yüzmüş olduğunu görmek onu tek başınalık hissinden
kurtarır, yalnız ve yabancı olmadığını hatırlatır. Yaratan için ise tatmin
duygusu, bunun geridönüşünü alabildiğinde doğar. Ki bu, sanatın her alanında
geçerlidir esasen. Kendi hissiyatınızla karaladığınız bir yazının altında, bir
okurun “Tam olarak hissettiklerimi kaleme almışsınız.” yorumunu gördüğünüzde,
bir zafer duygusu doğar içinizde. Bu da ikinci aşamadır. Okurun da bunları
hissettiğini duyan yazar, yalnız olmadığını kendine tekrarlar. Bir başka
dünyada ayak izleri olduğunu bilir. Gören ve yaratan arasındaki bağ, bu aşamada
daha da kuvvetlenir. Sanatla haşır neşir olmanın izleyici için bir başka
getirisi de elbette ki ilhamdır. Birçok eserde bir şeyler bulmanız, aynısını
yapabileceğiniz anlamına gelmeyebilir. Mühim olan o atı, o ressam gibi
resmedebilmek değil. O ressamın o at ile ifade ettiğini, bir başka yol ile
ifade edebilmek. Yaratıcılığın geliştirilmesi için izlenecek en güzel yol,
yaratıcılıkla ortaya çıkmış şeyleri tanımaktır. Zira bu, bulaşıcıdır. Denize
düşen bir yaprağın kuru kalması mümkün değildir. İfade edebilmek, bireyin en
büyük ihtiyaçlarındandır. Sanatın sanatçıya en büyük katkısı, şüphesiz ifade
etmenin doğurduğu rahatlıktır. Sanat bir dönüştürücüdür, içinizde birikeni o
gölgenin altından alıp, bambaşka bir formla dünyaya bırakıp uzaklaşmanın en
sağlıklı yoludur. Bazen hissettiğimizi anlatacak kelimemiz olmaz, oysa bir
kağıda iliştirdiğimiz kırmızı bir kare, bu ihtiyacımızı tam anlamıyla
karşılamaya yetebilir. Sanatçıyla eseri vasıtasıyla yakınlaşan izleyici, bunu
adeta bir usta-çırak ilişkisi şeklinde geliştirip, kendi hayatına da
bulaşmasını sağlayabilir. Kendini ifade etme yollarını keşfetmekle kalmaz,
bunun için kullanabileceği yöntemlerin çeşitliliğini de öğrenir. Zira sanat,
her yerdedir. Ergin İnan eserleriyle ilk karşılaşmamı hatırlıyorum. Sergideki
tablolar çok çeşitli malzemelerin ve öğelerin bir araya gelmesiyle
oluşturulmuştu. Kapı I adlı eserinde, tuval yerine ahşap bir kapı kullanmıştır misal.
Yine isimsiz bir 2008 çalışmasında, kağıt üzerine karışık birçok teknikle
çalışmıştır ve yazıyı, resimi ve birçok başka aracı bir arada kullanarak enfes
bir bütünlük yakalamıştır. Ki bu, sanatın kalıpların dışında nasıl da nefes
aldığının çok güzel bir örneğidir. Gören kişi, sanatını icra etmek için bir
kağıda, bir kaleme, bir taşa ihtiyacı olmadığını anladığında, sanat ile
yaşamaya başlar. Zira bilir, yakasına iliştirdiği bir kuş tüyü de bir ifade
aracıdır yeri geldiğinde, yeşile boyadığı bir kibrit kutusu da… “Sanat ne için
var?” sorusunun cevabı, “Çok daha iyi bir yerde yaşamak için”dir belki de. Zira
içindeki gölgelerin altını boşalttıkça güzelleşir insanlar ve güzel insanlar
sayesinde sanat sergi salonlarından, müzelerden çıkıp her yere yayıldığında,
eminim ki sokaklar çok daha güzel kokar.
Anita
TAYLOR
29.02.2012
29.02.2012
*=
DOCERE, Edirne Tabip Odası dergisi, Mart 2012, Sayı: 9′da yayınlanmıştır.
Görsel: Picasso - Nude
3 yorum:
Temel Demirer gibi önemli bir teorisyenin bir makalesinde bu yazıdan alıntı yapması beni mutlu etmişti.
Merak edenler Temel Demirer'in bahsi geçen yazısını, Ceylan Yayınları'ndan çıkan "Faşizme Karşı Özgür Sanat" kitabında bulabilir.
Kesinlikle benim için de büyük bir gurur kaynağı oldu :)
"Sanat bize ne katıyor?" gibi bir soru ne kadar gerekli? Böyle bir soru sorulduğunda ardından onlarca soru geliyor ve olay iyice sarpa sarıyor, zira hiçbirinin isabetli bir cevabı yok, olamaz da. Sanat bize bir şey katmak zorunda mı? Sanatın bir amacı var mı? Varsa neye göre belirleniyor, kim belirliyor bunu?
Edebiyat, müzik, resim, bütünsel olarak sanatı sığ felsefeyle kısıtlamaya çalışmak, sanat üzerinden felsefe yapan insanların ekmek kapısı olmalı, zira yıllardır süregelen bir tartışma, ama ulaşılan bir yer yok. Olamaz da zaten.
Edebiyat konusunda Sartre'ın "Edebiyat nedir?" isimli kitabını tavsiye edebilirim, ismi kadar sığ değil içeriği, yani "Edebiyat şudur şudur, bunlardan oluşur." gibi bir içeriği yok.
Son olarak, sanat "güzel"den ibaret değildir. Zira sol kulağını kesen ve kendini göğsünden vurarak intihar eden Vincent van Gogh'un "güzel" ile ilişkisi, sanıyorum ki hayatı boyunca çok nadir olmuştur.
Yorumumda yazdığım cümleler tespit değil, şahsi fikirlerim olmakta.
Dasvidanja ^^
Yorum Gönder