30 Kasım 2020 Pazartesi

301120e

sibel alaş çalıyor. buraya şarkı sözleri yazmak istiyorum. beni ben değil, bir başkası anlatsın. ben artık cümle kurmayayım. ben artık kendi içimi kendim akıtmayayım.

ama ne zaman böyle olsam dönüp dolaşıp kendimi burada buluyorum.

kafam karışık. bildiklerim, sandıklarım, inandıklarım, hissettiklerim, umduklarım ve korktuklarım korkunç bir savaş veriyor mütemadiyen zihnimin sekmelerinden birinde. savaşı durduramıyorum. kendimi susturamıyorum. susmayı bilmiyorum çünkü. küçükken biri bana 'anlat, rahatlarsın' demiş sanki, öylesini öğrenmişim bir tek, anlatmazsam nefessiz kalıyorum. oysa ne zamandır anlatacak şeyim de yoktu.

ama bu defa, ben kaşındım.

hiçbir şey hissedememekten şikayet ederken, şimdi bir lotus çiçeği gibi açmak istiyorum içimde ne var ne yok. aynaya bakıp 'hırslı köpek' diyorum kendime ve saçlarımı seviyorum. en güzel çiçekleri bile hırs toprağında büyütüp inatla suluyorum. düne kadar elime almadığım oyuncakla komşunun çocuğu oynuyor şimdi. komşunun çocuğunu parçalarına ayırmak istiyorum.

ama ne ayıp. insan hoşlandığı beye oyuncak der mi hiç?

ama belki de böyle olması gerekiyordu. belki esmese dışarıdan bir rüzgar, o perde hiç kalkmayacaktı. ben hala aynı odanın içinde, beş kupa çay, on fincan kahve, bir rüya düşkünü, bir işkolik tembel, bir akışın itirazsız parçası, öylece vedalaşacaktım her akşam güneşle. belki de ikiz alev, belki de bölünmüş bir ruh, belki de kartlar doğru söylüyor, ez geç o dikenli telleri. burada ikimize de yetecek kadar umut var.

dört duvarın arasında kaldım diye oluyor aslında tüm bunlar.

salgından önce nasılsın sorusuna cevap bile veremiyordum. iyi miyim, kötü mü, düşünecek fırsatım olmuyordu çünkü. bilmem diyordum şaşkınca, yoğunum. okul, iş, çeviriler, öğrenciler, yarım saat boşluğum olsa alarm kurup uyumaya çalıştığım birbirinin kopyası, nefessiz günler. şimdi işten ve uykudan arta kalan tüm saatlerde düşünecek bir şey buldum kendime. hangisi daha iyi, emin değilim.

dün gece rüyamda seni gördüm.

nil olsa ama kördüm diye devam ederdi ve bir takım freudyen şakalar yapardı. ama ben kör değildim. sen hiç olmadığın kadar nettin. kapıyı açıyor ve karşımda seni buluyordum. ev benim değildi ama evini yuva bileceğim kadar sevdiğim birinindi. neden geldin diyordum. sen söylemen gerekenleri söylüyordun. biliyordum diyordum sadece. gülüyordum. sigara içmeye çıkıyorduk. kedi seviyorduk. elimi tutuyordun. kör değildim, ilk defa görüyordum.

ama sen görmüyorsun.

tüm bunların ne kadar saçma, ne kadar çocukça, ne kadar manasız olduğunun ben de farkındayım. ben de'den de öte, en çok ben farkındayım. ama hoşuma gidiyor. bir kere de bunu deneyeyim diyorum. aa böylesi ne garipmiş diyorum. aslında çok eğlenceli diyorum. eeh yeter sıkıldım diyorum. sonra yapacak daha iyi bir şey bulamayıp başa sarıyorum. aa böylesi ne garipmiş. aa bir kere de bunu deneyeyim.

az önce saatlerimi verdiğim upuzun tırnaklarıma kıydım. az önce kapıyı ardımdan kapattım birkaç adım uzağa kaçtım. hem madem gönülden uzağım, biraz da gözden uzak olayım. çünkü benim biraz acelem var. çünkü benim yetişmem gereken otobüsler, bitirmem gereken kitaplar, kavuşmaya can attığım bir mevsim var. çünkü biraz olsun gidersem,  tekrar soyunurum tüm bu karmaşadan ve yine dönerim hep söylendiğim o yere, ya da ben öyle umuyorum.

 "nasılım bilmem, sanırım sadece yoğunum."

zeynep dizdar çalıyor. bir tutam nostalji. bir avuç saçmalık. 

bu yazıyı bu cümleyle bitiriyorum.


anita
3o.11.2o2o
edirne
görsel: @henn_kim

Hiç yorum yok: